İnsan kalitesi bozulunca; inanç ekseninde kaymalar başlıyor, medeniyet iddiasından, tarihinden, vatanından, milletinden, kadim değerlerinden uzaklaşarak Kabil zihniyetiyle kurulmaya çalışılan yenidünyanın ayarlarıyla ayarlanmayı varlık sebebi olarak görüyor, israf ediyor, yaratanın nizam ve intizamını yaratılandan uzaklaştırarak, kâinatı yaratılanlara dar etmeye çalıştıkça insana ve insanlığa ihanet ettiğini hiç umursamıyorlar.
Sibernetik mühendisliğinin babası sayılan Diyarbakırlı El Cezeri “Hayata geçirilmemiş her bilgi doğru ile yanlış arasındadır” sözünü on ikinci yüz yılın ikinci çeyreğinde söylerken Habil zihniyetindeki insanları “kitap yüklü merkep” olmaktan kurtarmak istiyordu.
Toprağı, toprağın verdiklerini, doğayı ve doğanın güzelliklerini kullanan insanı, yaratılanlarla kucaklaştırıp sevdirecek, koruyup kollayacak, birlikte yaşamayı gerçekleştirecek bir zihniyete ihtiyaç olduğu günümüz dünyasının olmazsa olmazlarının başında geliyor.
Bunun yolu da yarınları planlayacak olan geçlerin bu gün ki eğitimden geçiyor.
Eğitim; devletin aslı görevleri arasında olmakla birlikte halkın da gönülden katılımını gerekli kılıyor. Tam bağımsızlığını kazanmış bir devlet kendi milletinin kadim değerlerine göre eğitimini şekillendirir. Ancak tam bağımsız değilse başkalarının diktiği ve içine istediklerini doldurduğu yamalı bohçalı bir eğitim anlayışı ile yol almaya çalışır.
Süte su katarak, ne kadar zamanda, nasıl zengin olunacağını öğrenen ezberci, hırsız bir nesil yetiştirmesiyle cehaleti büyüten bir eğitim modeli baş tacı edilirken, kerim kitabımızın tabiriyle “kitap yüklü merkepler” topluluğu oluşturulmaya çalışılıyordu.
Oysa hakikat yolculuğu; akılla, ilimle, hikmetle başlayan bir yolculuk değimliydi?
Asırlar öncesine baktığımızda bizi Ergenekon’dan çıkarıp altı bin beş yüz kilo metre batıya doğru yol aldıran düşüncenin koordinatları, Habil zihniyetiyle mi yoksa kabil zihniyetiyle mi oluşuyordu?
Son yapılan “PISA” testine göz attığımızda yetmiş iki ülke arasında Türkiye elli ikinci sırada niye yer alıyor acaba? Okuduğunu anlamada bu ülkeler arasında sonuncu sırada niye Türkiye bulunuyordu acaba? Hiç düşünen, akıl yoran, çözüm üreten olmayacak mı bu alanda.
Eğitim sistemi diye dayatılan bu yamalı bohça ile öğrencileri yarış atına çevirmeden bilgi ve merak açıklarını gidermek, insanlıklarıyla birlikte ilgi alanlarını büyütmek mümkün olacak mı acaba? Sanmıyorum…
Ana babaların ve toplumun enlerinin dayatmalarıyla kendi itibar, şan, şöhret, ilgi ve merak açıklarını kapatmakla gençleri fıtratından sürükleyerek dışarı çıkarma gayretlerini anlamak ne mümkün?
Fatih İstanbul’un önüne gelmesiyle bir çağ kapanıp yeni bir çağ açılırken Molla Gürhan’ı, Akşemseddin o medeniyet yürüyüşün en ön sıralarında yer almıyor muydu?
Akıllı tahta mı? Yoksa akıllı öğretmen mi? Yada akıllı öğrenci mi olmalı?
Nitelik mi? Nicelik mi?
Hep ilgi ve merakımı çekmiştir; nasıl oluyordu da on yedinci yüz yılın üçüncü çeyreğinde Of’ta üç yüz elli civarında medrese olabiliyordu? Bu gün ki eğitim sistemini/modelini kurgulayanlar buna nasıl cevap verirler acaba?
Bu gün ki özel okullara, özel sınıflara ve talep edilen meblağlara baktıkça sanki fizik dersine Einstein, matematiğe Harezmi, Kimyaya İbn-i Sina, Felsefeye Aristo, Edebiyata Shakspeare, Din dersine İmam Gazali girecekmiş gibi bir hal takınılıyor.
Ayni müfredatla, aynı eğitim modeliyle, aynı zihniyetteki üniversitelerden mezun öğretmenlerle ne, nasıl ve ne kadar değişmiş olabilecek ki. Eğer değişseydi; yıllarca ülkeyi soyup sağana çevirenler üniversite mezunları olur muydu? Yada cehalet eğitimle bu kadar tavan yapar mıydı?
Milli eğitimde son günlerde bir toplu sözleşme görüşmelerini birlikte yaşadık. Dünya ekonomik gerçekleri ile Türkiye’nin ekonomik gerçekleri ortada iken; milletin ekonomik gücü, emek yoğun çalışanlarının emeği, alın teri, toplam üretimin katma değeri ortada iken eğitimcilerimizin sosyal medyadaki tehditkâr, çılgın serzenişleri hala gözlerimi yorarken, gelir dağılımındaki adaletsizlikler hala başımı ağartmaya devam ediyor. Bu duruma ne demeli ki, ben bilmedim…
Fransız düşünür “iki yüzlülük, ahmaklığın erdeme gösterdiği hürmettir” derken eğitim sistemi üzerinden tüm paydaşların payına düşenini alması gerekmez mi acaba?
İçinde yaşadığımız zaman dilimine baktığımızda, hala bağımsız bir ülke olamadığımız için fıtratımıza uygun bir eğitim sistemini devletin eliyle gerçekleştirmede bir arpa boyu yol alamamış olduğumuzu görürüz.
Çok hızlı bir biçimde medeniyet değerlerimizi yansıtacak köklü sistemsel bir değişime ihtiyacımız var.
Mısır’da Seyit Kutup öncülüğüyle gerçekleştirilen zihni değişimin daha alasını erdemli insanlar olarak ortaya çıkarmak, halk tabanında uygulamaya koyarak gençlerimizi kucaklama derdiyle niye dertlenmiyoruz? Çok mu zor, ya da kolayı zora kılan biz mi oluyoruz? Sorumluluklarımızdan kaçarak?
Yeni dünya düzeni anlayışı ile Esfel-i safiline düşürülen insanı, yeniden layık olduğu Ahsen-i Takvim üzerine taşıma görevini Müslümanlar olarak üstlenmemiz gerekiyor kanaatindeyim.
Bildiğim bir gerçek var ki; teknoloji bilimden, bilim bilgiden, bilgi düşünceden, düşünce ise fıtrat üzeri kurulan eğitim anlayışından doğar.
Selam ve dualarımla, soyu tükenmemiş baba yiğitlere davet ola…
Tevfik BALA
コメント