top of page
  • Yazarın fotoğrafıTevfik BALA

UZUN SOLUKLU YOLUN SONUNDA KAYBETTİK...

Biz dünden bu güne kaybedenlerden olurken neleri, neden ve nasıl kaybettik? Sorusuyla hem hal olurken aklımızın kıyı kenarlarına gidip gelip vuran ve bizi sıkan şeyler neler olabilir acaba? "Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.... Bir birinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İman etmedikçe cennete giremezsiniz... Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizin üzerinizdekileri değiştirmez" ...

Uyarı ve ikazlarını da göz önüne tutarak cümlelerimizi harmanlamak gerekecek... Kişi olarak, millet olarak, ümmet olarak kaybettik ve kaybedenlerden olduk. Önce kendimizi, sonra sevdiklerimizi, daha sonrada uğrunda çok emek verdiğimiz değerlerimizi kaybettik... Kendimizi kaybettik çünkü “vehn-deli” sevdasına tutulduk... Sevdiklerimizi kaybettik çünkü düşmanlarımızı dost edindik... Değerlerimizi kaybettik çünkü değersizleri değer kabul ettik... Ümmet olamadık... Kabul edelim ki, biz nankör israflığına düşerek, kendimiz kendimize yenilerek kaybettik... Sen, ben, o, biz, siz ayrımı yapmak, deve kuşu gibi kafayı kuma gömmekten başka bir şey olmaz... Masan olsa, kasan olsa, makamın olsa, paran olsa, şanın olsa ne çıkar, kaybeden olduktan sonra... Biz bu gün sadece seçimi, sadece seçeceklerimizi mi kaybettik? Acaba sadece kaybettiklerimiz bunlar mı oldu? Bu seçime gelene kadar biz başka neleri kaybettik? İki el arasına olsak başımızı, akli selim bir tefekkür edebiliriyiz? Çok kolay bir şey mi acaba, görmemezlikten gelerek gördüklerimizden kaçmak? Biz nerde hata yaptık? Koyulduğumuz uzun soluklu yolda; Yaradan’ı yaratılana sevdirmede, yaratılanı yaratana sevdirmede cimri davranıp düştüğümüz israf bataklığında mı kaybolduk? “Mizan, Kitap, Hadid” üçlüsü arasında dengemizi mi dengesizleştirdik? Oysa Kerim Kitabımız Hadid-25 ayetiyle bize nasıl seslenmişti? Neden sorusunu kendimize sorup ta bakma zahmetine katlananımız oldu mu? Değirmen bizim diyerek, değirmende sadece kendimize un öğütmeye kalkıştık. Ekmek yapmak yerine un satmayı yeğledik. Üstümüz başımız unlandığında buğdaya sitemler yağdırdık. Akledin düsturundan kaçarak bu değirmenin suyu nerden ve nasıl geliyor diye dert edinmeden hoyratça un çuvallamaya devam ederek kendimizi çuvallayan olduk. Bereketi kendimizden maharetli bir hal görerek, burnumuzun doğrusunda koşarken ahkamlar kesip, abuk sabuk laflar savurduk. Berekette de israfa düşerken, har vurup harmanı savururken, harmanı harmanlamadan kendimizi harmanda dağıtır olduk. Lafla peynir gemisini yürütme derdiyle debelenirken nimetin cinsinden şükrümüzü eda etmeye bir türlü vakit bulamamaktan yakınır olduk. Acemiler mangaları gibi dere, tepe yollara düşerek kendimizi heder ettik. Ne için ve nasıl yürüdüğümüzü hiç düşünmeden tebliğin yolunu, yordamını ve önceliklerini unutarak çıkmaya çalıştık pak alınla düzlüklere. "Salarken kendimizi çayıra, bayıra; haykırır olduk avazımızın çıktığı kadarıyla Mevla’m bizi kayıra" derken gelişi güzel bir hal ile gördüğümüz ne bir arpayı, ne de bir boy arpa kadar yol almayı beceremeden düştük kahrolası çukurlara. Kaybettikçe kaybedenlerden biri olarak yaşamaya alışırken, hiç bir gece uykumuzu bölüp kendimize bir azcıkta olsa dönebilmeyi denemeye çalıştık mı acaba? Bu günü anlamak istersek düne bakıp, dünü yeniden yaşamalı ve bu ruh haliyle yarınlara bakarak yarınları kucaklamanın daha doğru olacağı kanısındayım elbet... Heyhat...

Şimdi gelin hep beraber eğri oturmadan doğru konuşmaya çalışalım birazda olsa. Dünlerin resimlerine, resimlerde yanımızda duranlara, adımladığımız yollara, yollardaki çamurlara, çamurlarda kalan izlere, kazandıklarımıza, aşımıza, sevdalarımıza, kasamıza, masamıza, paramıza, arabamıza, ayağımıza, üstümüze, başımıza bir bakalım. Mazi gönlümüzde tebessümler estiren derin bir yarayı mı kanatıyor, yoksa bu günümüze döndüğümüzde bu günlerimizin yarınlarını kaybettiğimizin ifadesi olacak, yüzümüzün kızarıp kulaklarımızın çınlamasını mı haykırıyor; bizi nefsimize bırakıp kaçan tuh halimiz? Fotoğraf albümlerinin dili, gazete kupürlerinin göze batışı bize neyi, nasıl anlatıyor acaba? Bosna mitinglerini, 28 Şubatları, el ele zincirleri, baş örtüsü zulümlerini, hınca hınç dolan solan toplantılarını, dava koşuşturmalarını, ümmetin katil ruhlu düşmanlarını, zalimlere dönük yürekli eylemlerimizi, katiller sürüsüne karşı asi söylemlerimizi, onur duyduğumuz şuurlu yürüyüşlerimizi, bir parça peynir bir somun ekmekle günü akşam ettiğimizi görüp de bu günlerimize baktığımızda, nerden nereye evirildiğinizi anlaya biliyor muyuz? Dünlerdeki makamlarımızı, makamlara bakışımızı, masamızı, helal aşımızı, kara sevdalarımızı, benlerden kaçıp biz oluşlarımızı hatırladığımızda ruh halimiz nasıl oluyor acaba? Şimdi sorsak kendimize, dünden bu güne kazananlardan mı, yoksa kaybedenlerden mi olduk? Sahi biz ne olduk? Bu gün geldiğimiz bu nokta bize huzur mu veriyor? Yoksa midemize kramplar girip nefesimiz mi kesiliyor? Biz hangi noktanın hangi konumdayız? Omurgamız hala dik mi, yoksa üç yüz altmış derece her yöne eğilmiş vaziyette mi? Nasıl bir konumdayız, eksenimizi, koordinatlarımızı kaybettik mi? Yürüdüğümüz bunca uzun yolun sonunda tatlı bir hikayemiz var mı? Eğer bir hikaye yazacak olsak, nasıl bir hikaye ortaya çıkar acaba? Hikayemiz beşeri olandan ilahi olana doğrumu, yoksa ilahi olandan beşeri olana doğru mu yayılıyor? "La" diyerek çıktığımız yol "illa" diyerek son bulabilecek mi acaba? Yüzümüzü kızartmayacak hikâyemiz; "hakikat yolunda, hakikat" yolcularının yürüyüşünden beslenen, hoş bir hikaye olması gerektiğidir elbet. Bizim hikayemiz; "Mekkeli bir yetimin" hikâyesinden ilham alacak bir hikaye olmalı elbet. Gel gör ki; "Mekkeli yetimin" hikayesini hiç okumadan, anlamadan, yaşamadan ve de yaşatmadan yazacağımız hikayeye çok uzak kalacağımız, yassak ta bu hikayenin fıtratımıza ters düşeceğini kestiremez olduk... Gördüğümüz şudur ki biz; "Mekkeli yetimin" hikayesini “vehn” hastalığına düşme arifesinde unuttuk, belki de araf-a kaldırdık, belki de kaybettik. Ne mi yaptık... Hz Ebubekir'den, Hz Ömer'den bolca konuşur olduk ama konuştuklarımızı yaşadığımız mekana, yaşadığımız zamana, yaşadığımız coğrafyaya aktarmaktan kaçınarak kendimizi akıllı sandık... Dünyalıklarımızı daha da artırma uğruna kardeşlerimizle kıyasıya yarışarak Hz Osman ile Hz Ali'nin taraftarlarının yanlışlıklarına düşerek bir birimizle yaka paça, boğaz boğaza geldik. Kendi yaktığımız ateşlerden, kendi açtığımız kuyulardan bi haber kaldık. Bana ne, bana dokunmayan yılan varsın bin yıl yaşasın diyerek, İbrahimleri ateşlere, Yusufları kuyulara attık. İbrahim olabilmeyi, Yusuf olabilmeyi dünya gerçeklerine aykırı bir hal diyerek burun kıvırıp, kulak açmaz olduk. Dayanışmanın ruhunu beslemek yerine; ayrıştırmayı, güç ve gövde gösterileri yapmayı kendimize uygun gördük. Yardımlaşma yerine, bizlerden benlere dönerek, biz olabilmek yerine, güzellikleri ve güçleri kendi himayemiz altına alabilmek uğruna verdiğimiz mücadeleye "CİHAD" olarak inanmaya başladık. Kardeşler toplulukları içinde kardeşlerimizin omuzlara basarak yükselirken dost eksiltmeyi, bölünmeyi, ötekileştirmeyi kendimize büyük başarı saydık. Dostlarımızı etrafımızdan uzaklaştırırken, düşmanlarımızı kendimize yakınlaştırarak düşmanlarımızı iki kat daha büyütür olduk. "Milletin, devletin malı deniz, yemeyen keriz" misali Hz Ömer’in özel işlerinde devletin mumunu söndürmesini çağ dışı görerek küçümsedik. Haksız yere, bedeli ödenmeden gayrı Müslim’in arsasında yapılan cami tartışmasında "camiyi yık, adaleti yıkma" diyen bizden biri Hz Ömer varken bizden olmayanların adalet kavramlarına özenerek nefes almaya çalıştık. Uzun süren yönetimlerimizde elbette ki çok şeyler değişti, elbette ki çok güzel şeyler oldu... Rahata kavuştuk, dünyalık ferahı yakaladık, dünya nimetlerimizi çoğalttık, yaşamdan keyif almaya başladık... Ne olduysa bundan sonra olmaya başladı ya. Bu hal bizi güç sarhoşluğuna düşürdü. Derin bir biçimde “Vehn” hastalığına yakalattı. Makamın, masanın, paranın, şöhretin esiri olarak medeniyet değerlerimizi kirlettik. "OKU" emrinden bihaber olarak "Kainat Kitabının" değerini israf ederek karalayıp tüketmeye başladık Tefekkürü kendimize zül sayıp kendimizi tekrarlamaya, kendimizi övmeye, ben ve bencilleşmeyle başladık. Ömrümüzü monoton bir hale çevirip çirkefleşip üretmemeye, fütursuzca tüketmeye başladık... Koca bir tevazu çınarını kırıp budayarak, kibir abidelerini gönül tahtlarımıza diktik... Biz dağlardaki aç kuşları, Fırat’ın kıyısındaki kuzuları, “zimmen” defterlerini unutur olduk... Dahası aynalarda kendinize bakmayı unutup başkaların açıklarını aramayı kendimize şiar edinerek, bunu kocaman bir marifet saydık. Takvamızı markaya, mücahitliğimizi müteahhitliğe çevirerek varlığımızı dünyaya armağan kıldık. Biz seçimleri dünyalık geçim görerek mizanımızı, ölçümüzü unutup insanlığımızı, velhasıl hayat yasamızı kaybettik. Evet biz sadece bir seçim mi kaybettik yada uzun soluklu medeniyet yolunda seçtiklerimizle kendimizi mi kaybettik ? Derin meselemizi bu güne indirgeyerek sadece kendimize haksızlık yapmak yeterli kalmaz. Biliyoruz ki biz; Viyana'dan Tanzimat'a, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e, Cumhuriyet'ten günümüze kaybede, kaybede kaybetmeye alışır hale geldik. Evet biz uzun soluklu yolun sonunda kaybedenlerden olduk. Kaybetmeye bile tutunmayı beceremedik. Belki Fıtratımıza dokundurarak, beklide Fıtratımıza dokunarak savruldukça savrulur olduk... Şimdi tekrar düştüğümüz, savrulduğumuz yere dönme gayretiyle yeniden "ÜMMET" olma yoluna koyularak kendimizi affederek, affettireceğiz... Başka yol mu? İşte onu ben bilemem....

Hayde Ya Allah, vira bismillah... Tevfik BALA

34 görüntüleme0 yorum
bottom of page